2017

Ronald G. Suny

Ronald Suny önde gelen bir Sovyet/Rusya ve Avrupa tarihçisidir. Amerika Birleşik Devletleri’nde ve Rusya’da, Michigan Üniversitesi, Chicago Üniversitesi, St. Petersburg (Rusya) Ulusal Araştırma Üniversitesi gibi önde gelen okullarda yıllarca araştırma yapmış ve ders vermiş/vermeye devam etmektedir. Başlıca çalışma alanları olan milliyetçilik, etnik çatışmalar, sınıf siyaseti ve imparatorluk (emperyalizm) konularında önemli kitaplar ve makaleler yazmıştır. Bu eserlerin etkisi akademik çevrenin ötesine uzanmış, Rusya ve Güney Kafkasya (Ermenistan, Azerbeycan, ve Gürcistan) konularındaki ana-akım tartışmalara ışık tutmuştur. Suny, bu gibi konuları değerlendirmek amacıyla içlerinde McNeil-Lehrer haber saati, CNN, Amerika’nın Sesi, Ulusal Halk Radyosu gibi Kuzey Amerika medya organlarında defalarca yer almış, New York Times, The Nation, The New Left Review ya da Dissent gibi oldukça önemli basılı medya organları için de yazılar yazmıştır. Suny emperyal Rusya ve SSCB tarihinden hareketle ulusların/ milliyetçiliğin tarihini ve doğasını çalışmıştır. Rus-Sovyet topraklarındaki nüfusun yarısını oluşturan ancak tarih yazımının dışında bırakılmış Rus olmayan nüfusun, özellikle de Güney Kafkasya halklarının tarihini Rus, Sovyet tarihinin merkezine yerleştirmiştir. Bu tarz bir perspektif değişikliği emperyalizm ve ulus oluşturma süreçlerinin imparatorlukların sınırlarında nasıl işlediğini yeniden düşünmeyi beraberinde getirmiş, özellikle etnik çatışma ve kitlesel şiddet konularını araştırmanın odağına yerleştirmiştir. Suny şu anda genç Stalin’in biyografisi ve Rusya ve Sovyetler Birliği tarih yazımı üzerine bir dizi makale üzerinde çalışmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri Michigan eyaletinin Ann Arbor şehrinde iki kedisi ile birlikte yaşamaktadır.


Konuşma

Günümüz Demokrasisinin Krizi: Milliyetçilik, Populizm ve Neoliberalizm Çağında Bir Deneyin Akıbeti Sovyetler Birliği’nin dağılmasından beri geçen 25 yılda, Avrupa ve Ortadoğu’daki birçok devlet önce otoriterlikten demokrasiye doğru bir geçiş, sonra da ters istikamette otoriterliğe doğru bir dönüş yaşadı. Sınırlı da olsa demokrasiye doğru evrilen bu ülkeler,2000li yılların ortalarından itibaren temsili hükümet, azınlıkların korunması ve yürütmenin anayasal sınırlar içersinde hareket etmesi gibi açılardan geriye dönüşler yaşamaya başladı ve demokrasiden uzaklaştılar. Demokrasiden uzaklaşmanın en çok etkilediği ülkeler arasında Rusya, Türkiye, Macaristan, Polonya, Mısır, Israil, Ermenistan ve genel olarak Orta Asya devletlerini saymak mümkün. Bahsi geçen ülkeler dışında, demokrasinin yerleşmiş olduğu düşünülen Danimarka, Hollanda, Fransa ve Almanya gibi ülkelerde dahi göçmen karşıtı sağ hareketlerin etkisiyle demokrasi adına gerilemeler yaşandı. Amerika Birleşik Devletleri’nde Donald Trump’ın başkan seçilmesi de bu tarz bir geriye gidişe örnek olarak verilebilir. Yükselen milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı, demagojik ve populist retoriğin giderek daha cazip hale gelmesi ve yürütme organının daha da güçlü olması gerektiği yönünde yapılan çağrılar, demokrasinin erozyonunun yerel ve bölgesel değil, küresel ve ulusötesi boyutlarının ağır bastığını gösteriyor. Liberal demokrasiden bu uzaklaşmayı ve bazı demokratik formları hala barındırsalar da daha populist, milliyetçi ve otoriter rejimlere doğru gidişi nasıl açıklayabiliriz? Bu konuşmada ilk olarak bugün halihazırda içinde yaşadığımızı düşündüğüm “burjuva demokrasisinin” bir tanımı ve tarihini sunacağım. Demokrasinin başına yerleştirdiğim burjuva sıfatı ile mülkiyetin ve mülkiyet ilişkilerinin, kişisel ve ticari/kurumsal zenginliğin demokratik seçimlerin altını oymakta giderek artan rolune vurgu yapmak istiyorum. Günümüz demokrasisinin başa çıkmakta başarısız olduğu ve artık dev boyutlar almış problemler var: gelir eşitsizliği, politik kutuplaşma, alt ve orta sınıflarda görülen güçsüzleşme hissi, ya da uluslararası göç ve radikal Islam olarak algılanan tehdit dolayısıyla oluşmuş olan kültürel erozyon hisleri, vb… Konuşmamda yönetici elitler ve liderlerin bu problemleri kendi çıkarları doğrultusunda nasıl kullandığından bahsetmek isiyorum. Demokrasilerin, bir tür refah devleti, bir ölçüde sosyal eşitlik, tarafsız bir adalete erişim ve son olarak ya görece homojen bir nüfus ya da farklılıkların bir arada yaşaması yönünde güçlü bir politik irade yoksa iyi çalışamayacağını iddia ediyorum. Küreselleşme ile birlikte yaşanan negatif dönüşümler, sosyal güvenlik ağlarının ve refah devletinin yok olması, giderek artan sayıda insanı neoliberal kapitalizmin aşırılıklarına maruz bıraktı. Gelecekten ve göçmenlerden korkan vatandaşlar da liberal ve sosyal democrat partiler yerine daha muhafazakar, milliyetçi ve radikal sağ seçeneklere yöneldiler. Genellikle demokratik dönüşümlerin neden başarısız olduğu açıklanırken sıradan insanlar/ vatandaşlar suçlu ilan edilir. Rusların otoriter liderleri sevdiği ya da Türklerin Islam’dan dolayı demokrasi ile tam olarak bağdaşmadığı gibi basit önermeler sunulur. Benim araştırmalarım ise esas olarak politik elitlerin pratikleri ve hırslarına odaklanıyor. Demokrasi ancak demokratların varlığıyla yaşayabilir ve politik elitler güce giden yolda otoriter patikalara saparlarsa sıradan insanlar savunmasız kalır. Buradan hareketle Donald Trump, Victor Orban ya da Vladimir Putin gibi liderlerin motivasyonları, pratikleri ve başarıları konuşmamda merkezi bir öneme sahip olacak. Ancak bu liderleri cazip kılan sosyal, politik, ekonomik ve uluslararası faktörleri de konuşmamda tartışacağım.